Sayfalar

11 Ocak 2011 Salı

masumiyetin kayboluşu

bi “sahibi geliyor” bi de “tapusunu göster”… ne kadar çok duyduk bu iki sözü çocukluğumuz boyunca. dar gelirli ailelerin çocukları olarak o yaşlarda ne çok “mülk” kavramıyla ilgilenmişiz. ben kendi adıma konuşayım şimdiye kadar tapusunu gösteren bir çocuk görmedim ama sahibinin geldiğini çok gördüm. son gördüğümde bi ağaçtan kafa üstü düşmüştüm. düşer düşmez kalktım ve yalpalayarak koştum zira sahibi durmuyor, geliyordu. koşarken beraber koştuğum arkadaşlarımdan biri “oğlum ne biçim koşuyorsun” dedi. güç bela dudaklarımdan “zigzag yaparak koşun yakalanma olasılığınız asgariye düşer” cümlesi döküldü. dışarıda dayak yediğinizde ya da şiddetli düştüğünüzde hemen büyülenmiş gibi hızlı hızlı eve gidiyor insan.

hedefe kitlenmiş vaziyette, yolda görülen hiç bişeyle ilgilenmeden, kimseyle konuşmadan seri adımlarla eve gidiyor. “gideyim de barınayım, zira dış dünya gerçekten çok olmaya başladı artık'' diyor vücut o esnada herhalde. ben de öyle yaptım eve gittim. şimdi bile bi kaza geçirsem ya da güzel bi dayak yesem, hiç polisle uğraşmam hemen hızlı adımlarla eve giderim.uzun uzun halıya bakarak, sessiz bi şekilde kanepede oturdum. herhangi bi kanamam yoktu, sadece kafam çok zonkluyordu ve ağrıyordu. korktuğum için evdekilere de hiç bişey söyleyemedim.

nitekim ölmedim. ama bu olaydan sonra yüksek bi yerden düşme korkusu başladı, “yükseklik korkusu demek istiyorsun galiba” diye düşünen okurlara bin selam olsun. yükseklik korkusu değil, düşme korkusu. zira güvensiz olduğunu hissettiğim yerlerde başlıyor bu korku, ben ve ya biri düşecek diye aklım çıkıyor. bîr terasta ya da balkonda biri parmaklıklara yaklaştığı anda olduğum yere çömüyorum. bi tür savunma mekanizması bu. çömüp, bu yaptığının çok tehlikeli bişey olduğunu anlattıktan sonra buraya güvenli bölgeye gelmesi için çağırıyorum. hatta istiyorum ki o kişi de çömsün yanıma, inşallah yeni tanışacağım güzel kızların olduğu bi teras partisine çağrılmadan bitiririm şu güzel ömrümü.

penguen dergisinde ilk yılımdı ve bursa’ya imza gününe gitmiştik. imzadan sonra dergi olarak uludağ’a çıkmıştık. kimse kaymayı bilmediği halde snowboardlar kiraladık ve kayak pistine çıkmak için iki kişilik kayak teleferiklerine binme amacıyla sıraya girdik. sıra ersin’le bana geldiğinde yan yana gelip, ayakta domalarak bacaklarımıza değip bizi kaldıracak, piste götürecek ilkel aleti bekledik. domalarak bekledik bekledik gelmedi. çok domaldık ama çok… gelmedi. başımızı çevirip baktığımızda aletin tahmin ettiğimiz üzre durduğunu fark ettik. tam “nasıl olsa durdu, gelmiyo” diye düşünüp vücudumuzu normal pozisyona getirdiğimiz anda teleferik hızla gelip bizi aldı. işte yükseliyorduk. “iyi bu seviye bu yükseklikten gidelim işte yavaş yavaş” dedikçe yükseldi alet. uzun suskunluk ve ardı sıra titremeyle g.tümüzde bi çubukla yükseliyorduk genç çizerler olarak. ikimiz de korktukça birbirimize korkmaması için telkinde bulunuyor, ama bi yandan da sarılmayı da ihmal etmiyorduk. 0 korkuyla birbirimizin baldırını belini sıka sıka mosmor etmişiz. baktım olacak gibi değil ersin’e “atlayalım lan artık, ne olacaksa olsun yaşanmaz bu korkuyla” dedim, “oğlum manyak mısın düşmeyiz lan, ölürüz atlarsak” dedi. i ölelim lan! nasıl bi çile bu. el ele tutuşup atlayalım. tut elimi. daha fazla uzamasın, çok korkuyorum” dedim, tuttu ama ” atlamayalım” dedi. biz el ele tartışırken, piste geldik. piste el ele gelmemiz biraz yadırgandı ama emniyet çubuğunu görmeyip takmayarak önü açık olarak gelmemiz kadar değil… iyi ki ersin’i dinlemişim.

bu olaydan yıllar sonra kendisini yine dinleyerek uykusuz’u kurmak için penguen‘den ayrıldık. gergin günlerdi, dergi yapabilir miyiz yapamaz mıyız bilmiyorduk. hem yeni bi dergi kurmayı planladığımızı söyleyip görüş almak hem de gündem karikatürlerinde bize yardım etmesini istemek için erdal abiyle ortaköy’de kapalı bi terasta bulunan bir bilardo salonunda buluşmuştum. salon çok yüksekteydi ve devasa camları vardı. cam kenarında oturup konuşuyorduk. birden yine o teleferikteki his geldi. ciddi bişey konuştuğumuz için panik yapmamam lazımdı. çaktırmadan acık olan camı kapadım. yaz olduğu için garson gelip tekrar açtı. bu durum bi kaç defa benim kapamam ve garsonun açması ile tekrarlandı. en sonunda erdal abi “oğlum ne yapıyosun, essin lan” diyince vazgeçtim kapamaktan. içimdeki atlama hissi durmak bilmiyordu. bi türlü muhabbete konsantre olamıyordum. pencere vücudumu çekiyordu. ama atlamamalıydım, “yeni bi dergi kurucaz abi, çok güzel olacağına inanıyoruz, bize yardım eder misin yol gösterir misin” diyip pencereden atlayan bir insan olarak anılmak istemiyordum. atlamamak için pencerenin aksi yönüne doğru kaykıldım, his geldikçe kaykıldım. erdal abi en sonunda dayanamadı “oğlum ne yapıyorsun. bi götün rahat dursun laf anlatıyoruz surda dedi. artık ne olacaksa olsun diyip durumu anlattım ” abi ben çok atlamak istiyorum pencereden” dedim. hemen bize yardım etmeyi kabul etti, dergi için espri yollarım size dedi ve çıktık bilardo salonundan. o günden beri hiç görüşmüyoruz, sadece telefonda konuşuyoruz erdal abiyle.

korkmak öyle bişey ki korku hissi, çoğu zaman korktuğunuz şeyden daha önemli oluyor. korktuğunuz şeyi, korku hissini yaşamaya tercih edebilecek kadar korkmak herhalde dünyanın en büyük cezası olsa gerek. korkak adamın durumu da çok acıklı… hem korkması hem de korktuğunu kimseye belli etmemesi lazım. zira belli ettiğiniz anda insanlar sizi daha da korkutmak için halden hale girecektir. “yaklaşma” dedikçe balkon kenarına daha da yaklaşan, düşermiş gibi yapan sonunda da çöme çöme yaklaşıp çömelik halde tekme atarak “lan oğlum yapma dedikçe yapıyorsun, ne halden anlamaz adamsın sen, gel bu tarafa” diye dövdüğüm çok arkadaş bilirim. nedense korkuyu kullanmayı çok seviyor insanlar, “evet umut resmen korku cumhuriyeti olduk” dîye içinden geçiren duyarlı okurlarımıza, o coşkulu, durunamaz yüreklere yüz bin selam olsun. hayır, toplumsal’a bağlamıycam konuyu, çömmekten bahsediyorum burada. çömen bir insan olarak toplumu nasıl şekillendirmeye çalışabilirim söyler misiniz, çömdüğüm yerden insanlara nasıl “korkularınızla yüzlesin” diye öğütler verebilirim. ben de çok korkuyorum oğlum, korkuyu yenmek hakkında hiç bişey bilmiyorum.

ya o değilde ben galiba konuyu bağlayamadım. bütün bi hafta evde oturup çok acaip ses getirecek bi yazı yazmayı planlamıştım hâlbuki. toplumu gerçekten sarsarım diye düşünüp ” evet umut artık temellere döşediğin dinamite kibriti çakmanın zamanı geldi” diye kendimi gaza getirip durmuştum. hatta bi takım konu başlıkları çıkarmıştım. mizahi dilimi kullanarak, ince hicivlerle beslediğim betimlemelerle geliştirerek bu konuları birbirine bağlayacaktım. şu anda bağlamam gereken konuları yazdığım kâğıt önümde. “korku”, “yükseklik korkusu”, “mülk edinimi”, “sahip olma duygusu”, “masumiyetin kayboluşu” yazmışım, altlarına da “bi şekilde birbirine bağla” yazmışım. ne yapmışım ben böyle allahaşkına. yaşlılık böyle bişey galiba… bi şekilde yaptığınız işi anlamlandırmak istiyorsunuz, zekâ gösterisi yapmaya, birilerine akıl vermeye çalışıyorsun. tamam, kabul ediyorum uygar bir toplum için böyle yazılar yazılması gerekli ama ben ne yaptım bütün bi hafta böyle ya. konu başlıkları hakkında az bilgiye sahip olduğum yetmiyormuş gibi bi de üşenip altlarına ” bi şekilde birleştir” yazmak nasıl bir aymazlıktır böyle, çömeldiğimle, domaldığımla kaldım işte. çömelme ve domalma üzerine saatlerce konuşmak isterken peki neden kendimi daha ciddi konular konusunda ahkâm kesmeye zorladım bi hafta. bakın ben artık kendini bilmez bi yola girdim, ben bilmeyebilirim, fark etmeyebilirim eğer bu köşeden size doğruyu, olması gerekeni anlatmaya başlarsam bir sabredin, iki sabredin ses çıkarmayın. baktınız artık iyice kaybettim kendimi yazı başlıkları ile yazının final cümleleri aynı olmaya başladı. bi salı evden çıkıp dergiye gelin, ben klavye başında o haftaki yazımı yazarken sessizce arkamdan yaklaşıp belime odunla vurun. “kendine gel umut” diyin. samimi söylüyorum yapın bunu.

Umut Sarıkaya  | uykusuz - 71. sayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder